17 Nisan 2016 Pazar

Sakallar



SAKALLAR

ZEKERİYA TÂMİR

Türkçesi: Halim Öznurhan


Kuşlar göğümüzden kaçtılar. Çocuklar sokaklarda oyun oynamayı bıraktılar. Kafeslere hapsedilmiş kanaryaların şakıyışı sessiz, titrek bir hırıltıya dönüştü. Dezenfekte edilmiş pamuk eczanelerde saklanmaya başladı. Sayın beyler, işte Timurlenk’in askerleri şehrimizi kuşattı! Ama, güneş hiç korkmadı ve her sabah doğmayı sürdürdü.
Bizlerin, şehrin erkeklerinin yüzü sararmadı. Sadece soğukkanlı bir şekilde gülümsedik ve bizleri sakallı erkekler olarak yaratıp, sakalsız kadınlar olarak yaratmadığı için Allah’a şükrettik. Sonra da, çözüm yolu bulmak için bir istişâre toplantısı yaptık. İlk konuşan, kadın elbisesi satımıyla meşgul olan aceleci bir delikanlıydı. Cesaretle bağırdı:
-  Savaşalım!
Birden, kendini küçümseyerek bakan gözlerin karşısında buldu. Sesini kesti ve utancından yüzü kızarmak zorunda kaldı. O an, şehrimizin en uzun sakalına sahip kişisi ayağa kalktı ve ağırbaşlı bir ifadeyle konuştu:
-  Savaşa var olmayanlar gereksinim duyar. Allah’a şükür ki bizler sakallıyız, öyleyse varız!
Hemen beğeni dolu, destekleyen sesler yükseldi. Kısa süren bir tartışmadan sonra, Timurlenk ile anlaşma yapacak bir heyet oluşturulmasına ve yürüdüğü zaman sakalları dizine değen yaşlı bir adamın heyete başkanlık etmesine karar verildi.
Şehrimizin sekiz kapısı vardır. Heyet, önlerinde beyaz bir bayrakla bunlardan birisinden dışarı çıktı ve iç elbiselerindeki bitleri incelemeye kendilerini kaptırmış, kılıçlarını üzerilerindeki kan ve çamurun kuruması için güneşe bırakmış, sayıları yıldızlar ve çekirgelerden çok olan askerlerin arasından ilerledi.
Heyet, ağır ve vakur adımlarla Timurlenk’in çadırına girdi. Bir de ne görsünler, Timurlenk, bebek gibi bakışları, yaşlı bir kimse gibi gülümsemesi olan çok genç birisi!
Heyet başkanı:
-  Biz barış istiyoruz. Şehrimizi savaşmadan sana teslim ediyoruz. Yalnız şehrimiz küçük ve yoksuldur; ne altını ne de petrolü vardır. Kadınlarımız ise keçi gibidir. Onlardan kurtulmak bizi mutlu eder.
Timurlenk:
-  Ben kan dökmekten hoşlanmam. Altında da, güzel kadınlarda da gözüm yok. Yalnız, sakal bırakmaya aşırı düşkünlüğünüz nedeniyle şehrinizdeki berberlerin aç kaldığını öğrendim. Bu, benim özellikle nefret ettiğim bir zulümdür. Ben yaşamımı mazlumlara yardıma ve dünyanın her tarafına adaleti yaymaya adadım. Hiçbir insanın aç kalmaması gerekir.
Heyet üyelerini dehşet kapladı ve şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar.
Timurlenk:
-  Siz sakallarınızı tıraş etmeden ve berberlerin işi açılmadan ordum şehrinizi terk etmeyecek.
Heyet Başkanı:
-  İstediğin şey çok önemli. Son kararımızı vermeden önce şehre dönmemiz gerek.
Timurlenk:
-  Ya sakallarınızı kesersiniz, ya da yok olursunuz. Seçiminizi yapın.
Heyet üyelerini sessizlik ve korku kapladı. O an, yaşam onlara daha güzel görünüyordu. Gökyüzü daha maviydi ve kırmızı bir gül, acı çeken bir aşığın söylediği şarkıdan daha güzel geliyordu. Çocukların ilk feryatları, kanlarında yeşil çimenler bitiriyordu. Kadınların titreyen dudakları, geceleri bıçakla kesen bir ay idi. Ama çok geçmeden, heyet üyeleri kendilerini ayna önünde durmuş, tıraşlı, sakalsız yüzlerine bakarken hayal ettiler. İçlerini nefret ve öfke kapladı. O an ölüm, altından bir güneş altında parlayan kırmızı balığa dönüştü.
Heyet Başkanı, şehrin bütün erkeklerinin saygıyla kendisine kulak vereceklerini hissederek konuştu. Soğuk bir sesle:
-  Yarın şehrimiz geleceğini seçecek, dedi.
Heyet şehrimize döndü. Kulaklarımızda Timurlenk’in sözleri yankılanıyordu. İçimizden biri haykırdı:
-  Yaşamımızı kazanıp, sakallarımızı kaybetmemizin ne anlamı var?!
Ertesi gün, Timurlenk’in askerleri şehrimize saldırdı. Surları yıktılar, kapıları kırdılar ve bütün erkekleri kestiler.
Böylece, Timurlenk, erkek başlarından oluşan bir tepeye intikam almışçasına bakma fırsatı buldu. Yüzler sararmış, kana bulanmıştı; ama sakallarıyla övünerek gülümsüyorlardı. Söylendiğine göre, Timurlenk berberlere sakalları kesmesini emrettiği ana kadar suratlar asılmamış, yüzlerdeki mutluluk ve ışıltı yok olmamıştı.
Sayın beyler, işte bu şekilde, intikamımız alınmaksızın yenildik ve hiçbir kanın silemeyeceği bir utanç içerisinde boğulduk.

(Doğu Edebiyatı, I, 51, İstanbul, 2007)