NECİB MAHFUZ
Başlangıçta korku vardı.
Sakalı bıyığı kesti. Üstünü başını
değiştirdi. Kendisini, asıl adı olan Allîş Bacûrî yerine Salim Abduttevvâb diye
adlandırdı. Bir arazi satın alıp apartman inşa etti; bir dairesinde oturup
dokuzunu kiraya verdi. Elinden geldiğince insanların arasına karışmaktan uzak
durdu. Köşeden bucaktan, karanlıktan aydınlıktan, insanların nefesleriyle dolu
havadan korkusu yeniden başladı. Kendisini ölümden, kazadan beladan sakındı.
O vakitler, ölüm korkusu kalbine yerleşti... Hayat, bilinmeyen bir yoklukta
yavaş yavaş yok oldu. Katı törenin gücü, ona idam hükmünü verdi ve cellatları
bu hükmü uygulamakla sorumlu tuttu. Sadece son darbe kaldı. Kurtulmak için
kimliğini kökünden söktü; sudan, hayvanlardan, ağaçlardan... Yalnızca düşlerin
ve kabusların yokluğunda teselli bulmak ona ağır geldi. Kutsal bir körlüğün gücünün
harekete geçirdiği takip, böylece nesilden nesile sürdü.
***
“Git, Allah seninle beraberdir.”
“Gurbete mi?”
“Hayatın var olduğu her yere. Hayat,
ölüm gibi kutsaldır.”
***
Başlangıçta korku vardı.
Ama hiçbir hâl sürekli değildir.
Doğuşlar, batışlar; alışverişler, karşılıklı selamlaşmalar, uyanıkken görülen
düşler, uykuda görülen düşler. Bütün bunlar gerilimi hafifletir, anormale
alıştırır, bir alışkanlığın yerine başkasını geçirir, işlerin dün olduğu gibi
yarın da süreceğini sandırır. Sonra, her ecelin bir yazgısı yok mudur? Yazgıya
teslim olmak, sürekli korku içinde mutsuz olmaktan daha rahatlatıcı; günü
yaşamak, henüz gelmemiş olan felaketin sıkıntısını çekmekten daha iyi değil
midir? Bu nedenle sık sık kahvehaneye gitmeye, komşularla oturmaya, semt sakinleriyle
yakınlaşmayı sürdürdü. Bu sapa semte gelmek kimin aklına gelir, kana bulanmış
kum tanesini çölde kim arardı ki? Ciddi olarak kahvehaneye ortak olmayı;
sevme, evlenme, çoluk çocuğa karışma gibi nimetlerden nasibini almayı...
hayatı layıkıyla yaşamayı, insanın hayatta hakkı olan şeyleri talep etmeyi
düşündü.
Ortaklık gerçekleşti. Ekonomik
durumunu sağlama aldı. Sonra da kızını istemek için Şeyh Halebî’nin yanına
gitti.
“Salim Abduttevvâb kim?.. Kimin
oğlu?”
“Yıllardır tanıdığımız iyi bir adam.”
“Soyu sopu belli değil!”
“Tüm insanlar eninde sonunda Adem ve
Havva’dan gelir.”
“Günün birinde, torunlarının
amcalarının hapishaneden çıkıp gelmesinden endişe etmiyor musun?”
“Her sülalede suçlular bulunur. Beni
adamın kendisinden başkası ilgilendirmiyor.”
***
Salim Abduttevvâb, Şeyh Halebî’nin
kızı Azime ile evlendi ve çoluk çocuğa karıştı. Güvenlik içinde olduğu duygusu,
tamamen olmasa da kalbine yerleşti. O, hayat mücadelesi veriyordu, ecel ise
sadece Allah’ın elindeydi.
Evet, ara sıra karanlık düşünceler
onu yokluyor, evlilik hayatının gerektirdiği dışa açılma onu korkutuyor,
defalarca semtten ayrılması gerekiyor, çarşıya veya okula gidiyordu; ama tehlikedeyken
geldiği gibi güven içerisindeyken de gelmez miydi ölüm?!
***
Günün birinde bir mektup aldı.
“Ecelin geldi.”
İmzasızdı ve bu cümleden başka bir
şey yazmıyordu. Posta mühründen anlaşıldığı üzere Seyyide semtinden geliyordu.
Tüyleri diken diken oldu. Gizli korkuları ortaya çıktı. Ecelin geldi. Sonunda,
ev, kahvehane ve çocukları arasında saklandığı yer öğrenilmiş miydi? Ama dur!..
Meçhul şahıs onu niçin uyarıyordu ki? Niçin, o mutluluk içerisinde hiçbir
şeyden habersizken saldırmıyordu? Neden intikamının başarısız olmasına sebep
olacak bir şey yapıyordu? Ne diye ona kurtulması için fırsat veriyordu? Yoksa,
bunu yapabilecekken ona işkence çektirmek mi istiyordu?
Ecelin geldi.
Ne yapmalı? Hangi yola başvurmalı?
Eski sırrını ailesine açıklayıp kargaşa ve huzursuzluk dolu yeni bir hayata
başlamalarına mı sebep olmalıydı? Yoksa, daha büyük bir suçun itirafına yol
açsa da polise mi başvurmalıydı? Ya da sadece tetikte olmakla ve zaten
yanından hiç ayırmadığı tabancasıyla mı yetinmeliydi? Ne olursa olsun
hayatının tadı kaçmış, arı duru gölün suyu derinde patlayan bir bombayla kireç
gibi olmuştu.
Başlangıçta olduğu gibi korku geri
döndü. Zorunlu bir ihtiyaç olmaksızın evden ayrılmıyordu. Sürekli olarak
yüzleri inceliyor, gelen geçeni kontrol ediyor, tabancasının kabzasını
yokluyor, eşi ve çocuklarına sevgi ve hüzünle gizli gizli bakıyordu.
***
Bir seferinde kahvehanedeki ortağı,
çenesiyle onlara yakın bir masada oturan adamı işaret ederek şöyle dedi:
“İzninle, sana bu adama daireni
kiraya verip vermeyeceğini sorayım.”
Geniş elbisesinin içinde duran,
meydan okur alınlı, avurtları şişkin şişman bir adam gördü. Endişeyle:
“Semtimizden değil!”
“Piliç taciri ve boş dairenin
kirasını ödemeye hazır.”
“Biliyorsun ki evde oturan var.”
“Dairenin yakında boşalacağını haber
almış.”
“Bunu nasıl bilebilir.”
“Ben nereden bileyim?!”
“Yeni bir kiracıyla anlaştım. Bu
adamı tanıyor musun?”
“Semerrâî’lerde bir gece sohbetinde
tanıştım. Sonra da oradan buradan konuşuldu.”
Ortağı, görüşme sonucunu bildirmek
için adamın yanına gitti. O da adamı enine boyuna inceledi. Adamın konudan vazgeçmesini
bekledi, ama adam şişmanlığından beklenmeyecek bir hızla kalkıp yanına geldi
ve şöyle dedi:
“İyi insanlar, iyi insanları bulur.”
Adama aptal aptal bakmaya başladı.
Adam:
“Bendeniz Kerim Bercuvânî,
emrindeyim, ne kadar istiyorsan iste.”
Kararlılıkla şöyle dedi:
“Özür dilerim, daha önce birisine
şeref sözü verdim.”
“İnsanın sözünü tutması güzel bir
şey.”
Salim, onun ısrarını engellemek için
gülümsemedi bile. Ama adam şöyle dedi:
“Paranın ne önemi var?...
Serçelerden başka bir şey değildirler.”
Adam şöyle diyerek kalktı:
“Ama biz, ne olursa olsun dost
olduk.”
Adam semti terk ederken gözleriyle
onu izledi. Kendi kendine, ‘acaba okuma yazma biliyor mu’ diye sormaya başladı.
Cümleyi yazan o muydu, yoksa pusuda
bekleyen ondan başka meçhul bir canavar mı vardı?!
Günün birinde komşularından birinin
evine zikir halkasına davet edildi. Kerim Bercuvânî’yi davetliler arasında görmek
onu şaşırttı. Böylesi bir istekle onu bu semte sürükleyen neydi? Onun zikir
halkasına katıldığını, halkanın raks eden, birbirine çarpan dalgalarına kapıldığını,
sesi boğulana kadar zikir çektiğini, sonra da boğazlanmış bir inek gibi
bilincini kaybedip hasırın üzerine düştüğünü gördü. Kendi kendine, bu adamdan
korkmasının tam bir ahmaklık olduğunu söyledi. Adam köyünden değildi, cinayet
işlemesi için tutulacak serserilerden de değildi. Ama mektup ciddi bir uyarı
ve tehlike idi, şaka ya da latife değil.
***
Kayınpederine akşam yemeğine davetli
olduğunda, yaşlı adam ona şöyle dedi:
“Adamın biri ayın başında boşalacak
daireyi kiralamak istiyor.”
“Kimmiş efendim?”
“Kerim Bercuvânî adında biri.”
Salim titredi ve kayınpederine
sordu:
“Tanıyor musun?”
“Daha önceden tanışıklığımız
olmamasına rağmen benden aracı olmamı istedi.”
“Daha önce talebini reddetmiştim.”
“Niçin?”
“Görünüşü güven telkin etmiyor.”
“Sen bilirsin, ama bana zeki ve hoş
biri gibi geldi.”
Adam onu takip ediyordu. O,
kendisini istiyordu, daireyi değil. Fakat niçin mektupla tehdit göndermişti
ki? Arkasında eski kanlısı mı vardı? Hayır. İş, şakadan başka şey değildi.
Onunla yarışanlar ve ondan hoşlanmayanlar vardı; hayatta hep böyle kimseler
olurdu. Bunlardan birisi onu rahatsız etmek istiyordu veya ahmağın birinin
şakasıydı. Mektubu tekrar gözden geçirmek istedi, ama iç cebinde bulamadı.
Bulabileceği her yerde aradı, bulamadı. Ütücüde unuttuğunu düşünerek oraya
gitti, elbisesinin ceplerini aradı, ama yoktu. Nereye kaybolmuştu?.. Gizli
bir el mi çalmıştı?.. Eşiyle birlikte durumu gözden geçirdi, fakat kadın şöyle
dedi:
“Postacı kapımızı asla çalmadı.”
Yalnız, mektubu evin dışında teslim
almıştı. Bunu bizzat postacının kendisine onaylatmanın bir sakıncası yoktu.
Ama postacı kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyordu. Okuyor, dağıtıyor, hatırlamıyordu.
Acaba uykuda düş mü görmüştü? Yoksa aklını mı yitirmişti? Yalnız bir keresinde
kalın bir metal yuttuğu vehmine kapılmıştı. Fakat çok geçmeden kuruntusunu
açıklığa kavuşturmuş, bunu gördüğü bir düşe yormuş ve işlerine dalıp bunu
unutmuştu. Bu olay çabucak açıklığa kavuşturduğu bir kuruntuydu, ama mektuba dokunduğunu,
harflerini okuduğunu hissediyor gibiydi. Bu, kuşkusuz bir gerçekti. Mektubun
garip bir şekilde kayboluşu, yeni bir tehditten başka bir şey değildi.
***
Bayram namazını kılmak için evinden
ayrılıyordu. Kapıyı açtı ve bir karaltı gördü. Fecrin karanlığında,
yıldızların parıltısından sızan zayıf ışıkta Kerim Bercuvânî’nin yüzünü fark
etti. Bir adım geri çekildi... Tabancasını çıkardı. Keskin bir acı hissetti.
Yokluğa dalmış halde tetiğe bastı.
Yukarıda geçenlere ilave olarak tüm
bilinenler, Kerim Bercuvânî’nin sorgulamada anlattıklarıydı: “Mescitte bayram
namazını kılmak için dışarı çıktım. Salim Abduttevvâb’ın evinin önünden
geçerken, onu gördüm. Selam vermek istedim, aniden tabancasını bana doğrulttu.
Hayatımdan endişe ettim ve istem dışı süratli bir tekme savurup ölümüne sebep oldum.
O sırada tabancasından çıkan kurşun da fırıncının çırağını öldürdü.”
Türkçesi: Halim Öznurhan
(Eşik Cini,
sayı: 3, Mayıs-Haziran 2006)