6 Ağustos 2014 Çarşamba

Güleceğiz... Çok Güleceğiz (Zekeriya Tâmir)



ZEKERİYA TÂMİR

GÜLECEĞİZ... ÇOK GÜLECEĞİZ.

Bir gün, polisler evimize zorla girdi, beni ve eşimi aradılar. Bizi bulamadılar. Çünkü ben elbise askısına dönüştüm, eşim de rahat bir koltuğa dönüştü. Evden elleri boş çıktıklarında çok güldük.
Bir gün, gökyüzü masmaviydi, hiç bulut yoktu. Bir parka gittik. Birden birkaç dakika sonra polisler bizi yakalamak amacıyla parka baskın yaptılar; ama yakalayamadılar. Çünkü ben sürekli öten bir siyah kargaya dönüştüm, eşim de sık dalları olan yeşil bir ağaca dönüştü. Başarısızlıklarına çok güldük.
Bir gün, eşim mutfakta iş yaparken söylendi. Biz de bir lokantaya gittik. Yemeğe başlar başlamaz polisler lokantayı kuşattı. Asık yüzlerle içeri daldılar. Dikkatle aradılar, fakat bizi bulamadılar. Çünkü ben bir bıçağa dönüştüm, eşim ise içi su dolu bir bardağa dönüştü. Lokantadan bizi bulmaktan ümit kesmiş şekilde ayrıldıkları an çok güldük.
Bir gün, insanlar ve arabalarla dolu geniş bir caddede yavaş yavaş yürüyor, dükkânların vitrinlerindeki eşyalara bakıyorduk.  Birden polisler caddeyi işgal ettiler, yüzlerce erkek ve kadını tutukladılar. Bizi ise tutuklayamadılar. Çünkü ben bir duvara dönüştüm, eşim ise duvar üzerine yapıştırılmış renkli bir ilâna dönüştü. Aptallıklarına çok güldük.
Bir gün, annemin kabrini ziyaret için mezarlığa gittik. Polisler mezarlığı bastılar. Annemi tutukladılar, ama bizi tutuklamayı başaramadılar. Çünkü ben mezar taşı üzerine siyah mürekkeple yazılmış bir ağıta dönüştüm, eşim ise solmuş bir gül buketine dönüştü. Ahmaklıklarına çok güldük.
Bir gün, sıkıntılı şekilde hastaneye koştuk. Eşim hamileliğinin dokuzuncu ayındaydı. Doğum zamanı gelmişti. Çocuğumuzun ağzı, annesinin sütle dolu göğsüne yaklaşıyordu ki, aniden polisler hastaneye daldılar. Ama bizi bulamadılar. Çünkü ben kirli beyaz bir elbiseye dönüştüm, eşim elbiselerle dolu ahşap bir dolabın aynasına dönüştü, çocuğumuz ise hızla giden bir ambulansın sirenine dönüştü. Salaklıklarına çok güldük ve gülmeyi sürdüreceğiz.

Türkçesi: Halim ÖZNURHAN


30 Temmuz 2014 Çarşamba

MEKTUP (Necib Mahfuz)



NECİB MAHFUZ
MEKTUP[1]

Başlangıçta korku vardı.
Sakalı bıyığı kesti. Üstünü başını değiştirdi. Kendisini, asıl adı olan Allîş Bacûrî yerine Salim Abduttevvâb diye ad­lan­dırdı. Bir arazi satın alıp apartman inşa etti; bir dairesinde otu­rup dokuzunu kiraya verdi. Elinden geldiğince insanların ara­sına karışmaktan uzak durdu. Köşeden bucaktan, karan­lıktan aydınlıktan, insanların nefesleriyle dolu havadan kor­kusu yeni­den başladı. Kendisini ölümden, kazadan beladan sakındı. O vakitler, ölüm korkusu kalbine yerleşti... Hayat, bi­linmeyen bir yoklukta yavaş yavaş yok oldu. Katı törenin gücü, ona idam hükmünü verdi ve cellatları bu hükmü uygu­lamakla sorumlu tuttu. Sadece son darbe kaldı. Kurtulmak için kimliğini kökün­den söktü; sudan, hayvanlardan, ağaçlardan... Yalnızca düşlerin ve kabusların yokluğunda teselli bulmak ona ağır geldi. Kutsal bir körlüğün gücünün harekete geçirdiği takip, böylece nesilden nesile sürdü.
***
“Git, Allah seninle beraberdir.”
“Gurbete mi?”
“Hayatın var olduğu her yere. Hayat, ölüm gibi kutsal­dır.”
***
Başlangıçta korku vardı.
Ama hiçbir hâl sürekli değildir. Doğuşlar, batışlar; alış­ve­rişler, karşılıklı selamlaşmalar, uyanıkken görülen düşler, uy­kuda görülen düşler. Bütün bunlar gerilimi hafifletir, anor­male alıştırır, bir alışkanlığın yerine başkasını geçirir, işlerin dün ol­duğu gibi yarın da süreceğini sandırır. Sonra, her ecelin bir yaz­gısı yok mudur? Yazgıya teslim olmak, sürekli korku içinde mutsuz olmaktan daha rahatlatıcı; günü yaşamak, he­nüz gel­memiş olan felaketin sıkıntısını çekmekten daha iyi de­ğil midir? Bu nedenle sık sık kahvehaneye gitmeye, komşu­larla oturmaya, semt sakinleriyle yakınlaşmayı sürdürdü. Bu sapa semte gel­mek kimin aklına gelir, kana bulanmış kum ta­nesini çölde kim arardı ki? Ciddi olarak kahvehaneye ortak olmayı; sevme, ev­lenme, çoluk çocuğa karışma gibi nimetler­den nasibini almayı... hayatı layıkıyla yaşamayı, insanın ha­yatta hakkı olan şeyleri talep etmeyi düşündü.
Ortaklık gerçekleşti. Ekonomik durumunu sağlama aldı. Sonra da kızını istemek için Şeyh Halebî’nin yanına gitti.
“Salim Abduttevvâb kim?.. Kimin oğlu?”
“Yıllardır tanıdığımız iyi bir adam.”
“Soyu sopu belli değil!”
“Tüm insanlar eninde sonunda Adem ve Havva’dan ge­lir.”
“Günün birinde, torunlarının amcalarının hapishaneden çıkıp gelmesinden endişe etmiyor musun?”
“Her sülalede suçlular bulunur. Beni adamın kendisin­den başkası ilgilendirmiyor.”
***
Salim Abduttevvâb, Şeyh Halebî’nin kızı Azime ile ev­lendi ve çoluk çocuğa karıştı. Güvenlik içinde olduğu duy­gusu, tamamen olmasa da kalbine yerleşti. O, hayat mücade­lesi veri­yordu, ecel ise sadece Allah’ın elindeydi.
Evet, ara sıra karanlık düşünceler onu yokluyor, evlilik hayatının gerektirdiği dışa açılma onu korkutuyor, defalarca semtten ayrılması gerekiyor, çarşıya veya okula gidiyordu; ama tehlikedeyken geldiği gibi güven içerisindeyken de gel­mez miydi ölüm?!
***
Günün birinde bir mektup aldı.
“Ecelin geldi.”
İmzasızdı ve bu cümleden başka bir şey yazmıyordu. Posta mühründen anlaşıldığı üzere Seyyide semtinden geli­yordu. Tüyleri diken diken oldu. Gizli korkuları ortaya çıktı. Ecelin geldi. Sonunda, ev, kahvehane ve çocukları arasında saklandığı yer öğrenilmiş miydi? Ama dur!.. Meçhul şahıs onu niçin uyarıyordu ki? Niçin, o mutluluk içerisinde hiçbir şeyden habersizken saldırmıyordu? Neden intikamının başarısız ol­ma­sına sebep olacak bir şey yapıyordu? Ne diye ona kurtul­ması için fırsat veriyordu? Yoksa, bunu yapabilecekken ona iş­kence çektirmek mi istiyordu?
Ecelin geldi.
Ne yapmalı? Hangi yola başvurmalı? Eski sırrını aile­sine açıklayıp kargaşa ve huzursuzluk dolu yeni bir hayata başla­malarına mı sebep olmalıydı? Yoksa, daha büyük bir su­çun iti­rafına yol açsa da polise mi başvurmalıydı? Ya da sa­dece tetikte olmakla ve zaten yanından hiç ayırmadığı taban­casıyla mı ye­tinmeliydi? Ne olursa olsun hayatının tadı kaç­mış, arı duru gölün suyu derinde patlayan bir bombayla kireç gibi olmuştu.
Başlangıçta olduğu gibi korku geri döndü. Zorunlu bir ihtiyaç olmaksızın evden ayrılmıyordu. Sürekli olarak yüzleri inceliyor, gelen geçeni kontrol ediyor, tabancasının kabzasını yokluyor, eşi ve çocuklarına sevgi ve hüzünle gizli gizli bakı­yordu.
***
Bir seferinde kahvehanedeki ortağı, çenesiyle onlara ya­kın bir masada oturan adamı işaret ederek şöyle dedi:
“İzninle, sana bu adama daireni kiraya verip vermeye­ce­ğini sorayım.”
Geniş elbisesinin içinde duran, meydan okur alınlı, avurtları şişkin şişman bir adam gördü. Endişeyle:
“Semtimizden değil!”
“Piliç taciri ve boş dairenin kirasını ödemeye hazır.”
“Biliyorsun ki evde oturan var.”
“Dairenin yakında boşalacağını haber almış.”
“Bunu nasıl bilebilir.”
“Ben nereden bileyim?!”
“Yeni bir kiracıyla anlaştım. Bu adamı tanıyor musun?”
“Semerrâî’lerde bir gece sohbetinde tanıştım. Sonra da oradan buradan konuşuldu.”
Ortağı, görüşme sonucunu bildirmek için adamın ya­nına gitti. O da adamı enine boyuna inceledi. Adamın konu­dan vaz­geçmesini bekledi, ama adam şişmanlığından beklen­meyecek bir hızla kalkıp yanına geldi ve şöyle dedi:
“İyi insanlar, iyi insanları bulur.”
Adama aptal aptal bakmaya başladı. Adam:
“Bendeniz Kerim Bercuvânî, emrindeyim, ne kadar isti­yorsan iste.”
Kararlılıkla şöyle dedi:
“Özür dilerim, daha önce birisine şeref sözü verdim.”
“İnsanın sözünü tutması güzel bir şey.”
Salim, onun ısrarını engellemek için gülümsemedi bile. Ama adam şöyle dedi:
“Paranın ne önemi var?... Serçelerden başka bir şey de­ğildirler.”
Adam şöyle diyerek kalktı:
“Ama biz, ne olursa olsun dost olduk.”
Adam semti terk ederken gözleriyle onu izledi. Kendi kendine, ‘acaba okuma yazma biliyor mu’ diye sormaya baş­ladı.
Cümleyi yazan o muydu, yoksa pusuda bekleyen ondan başka meçhul bir canavar mı vardı?!
Günün birinde komşularından birinin evine zikir halka­sına davet edildi. Kerim Bercuvânî’yi davetliler arasında gör­mek onu şaşırttı. Böylesi bir istekle onu bu semte sürükleyen neydi? Onun zikir halkasına katıldığını, halkanın raks eden, birbirine çarpan dalgalarına kapıldığını, sesi boğulana kadar zi­kir çektiğini, sonra da boğazlanmış bir inek gibi bilincini kaybe­dip hasırın üzerine düştüğünü gördü. Kendi kendine, bu adamdan korkmasının tam bir ahmaklık olduğunu söyledi. Adam köyünden değildi, cinayet işlemesi için tutulacak serse­rilerden de değildi. Ama mektup ciddi bir uyarı ve tehlike idi, şaka ya da latife değil.
***
Kayınpederine akşam yemeğine davetli olduğunda, yaşlı adam ona şöyle dedi:
“Adamın biri ayın başında boşalacak daireyi kiralamak istiyor.”
“Kimmiş efendim?”
“Kerim Bercuvânî adında biri.”
Salim titredi ve kayınpederine sordu:
“Tanıyor musun?”
“Daha önceden tanışıklığımız olmamasına rağmen ben­den aracı olmamı istedi.”
“Daha önce talebini reddetmiştim.”
“Niçin?”
“Görünüşü güven telkin etmiyor.”
“Sen bilirsin, ama bana zeki ve hoş biri gibi geldi.”
Adam onu takip ediyordu. O, kendisini istiyordu, dai­reyi değil. Fakat niçin mektupla tehdit göndermişti ki? Arka­sında eski kanlısı mı vardı? Hayır. İş, şakadan başka şey de­ğildi. Onunla yarışanlar ve ondan hoşlanmayanlar vardı; ha­yatta hep böyle kimseler olurdu. Bunlardan birisi onu rahatsız etmek isti­yordu veya ahmağın birinin şakasıydı. Mektubu tek­rar gözden geçirmek istedi, ama iç cebinde bulamadı. Bulabi­leceği her yerde aradı, bulamadı. Ütücüde unuttuğunu düşü­nerek oraya gitti, elbisesinin ceplerini aradı, ama yoktu. Ne­reye kaybol­muştu?.. Gizli bir el mi çalmıştı?.. Eşiyle birlikte durumu göz­den geçirdi, fakat kadın şöyle dedi:
“Postacı kapımızı asla çalmadı.”
Yalnız, mektubu evin dışında teslim almıştı. Bunu biz­zat postacının kendisine onaylatmanın bir sakıncası yoktu. Ama postacı kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyordu. Okuyor, da­ğıtıyor, hatırlamıyordu. Acaba uykuda düş mü görmüştü? Yoksa aklını mı yitirmişti? Yalnız bir keresinde kalın bir metal yuttuğu veh­mine kapılmıştı. Fakat çok geçmeden kuruntu­sunu açıklığa ka­vuşturmuş, bunu gördüğü bir düşe yormuş ve işlerine dalıp bunu unutmuştu. Bu olay çabucak açıklığa ka­vuşturduğu bir kuruntuydu, ama mektuba dokunduğunu, harflerini okudu­ğunu hissediyor gibiydi. Bu, kuşkusuz bir gerçekti. Mektubun garip bir şekilde kayboluşu, yeni bir teh­ditten başka bir şey de­ğildi.
***
Bayram namazını kılmak için evinden ayrılıyordu. Ka­pıyı açtı ve bir karaltı gördü. Fecrin karanlığında, yıldızların parıltı­sından sızan zayıf ışıkta Kerim Bercuvânî’nin yüzünü fark etti. Bir adım geri çekildi... Tabancasını çıkardı. Keskin bir acı his­setti. Yokluğa dalmış halde tetiğe bastı.
Yukarıda geçenlere ilave olarak tüm bilinenler, Kerim Bercuvânî’nin sorgulamada anlattıklarıydı: “Mescitte bayram namazını kılmak için dışarı çıktım. Salim Abduttevvâb’ın evi­nin önünden geçerken, onu gördüm. Selam vermek istedim, aniden tabancasını bana doğrulttu. Hayatımdan endişe ettim ve istem dışı süratli bir tekme savurup ölümüne sebep oldum. O sırada tabancasından çıkan kurşun da fırıncının çırağını öl­dürdü.”

Türkçesi: Halim Öznurhan 


(Eşik Cini, sayı: 3, Mayıs-Haziran 2006)


[1] Bu öykü, yazarın “eş-Şeytân yaizu” (Şeytan Öğüt Veriyor, 1980) adlı eserin­den “er-Risâle”  adlı öyküsünün çevirisidir.

GÜLMEK (Tahir Riyad)



Tahir Riyad[1]

GÜLMEK

körlükle sürmelenmiş bir göz düşledim
inceleyen
beni…

iki yumuşak el düşledim
topraktaki çukuru gösteren
bana…

günahlarımı saymaya koyulmuş iki melek
kanat çırpıyor etrafımda,
çöküyorlar omzuma…

çıplaktım, doğduğumdaki gibi.
ve bir güneş, küçük bir çocuk gibi tıpışladığım
uyusun ve düş görsün diye
önümde.

bıyığın üzerine dökülen bir şarap düşledim
kadehten değil ama…
ve bir deniz, içindeki su çekilen
yazı bir sahil beldesinde geçiren.

bakire bir Meryem düşledim
uzak bir yere çekilen benimle.[2]
başka bir Meryem düşledim
günahkâr.

ve bin haç
takva sahibi kulların çivilediği
bedenim üzerine,
haçtaki tanrının ölümüyle
haçtaki peygamberinki arasında.

düşlediğimi düşledim,
korkuyla açtım kendimi
ve baktım:
körlükle sürmelenmiş gözler
sallanıyor sönmüş lambalar gibi
inceliyor beni,
gözlerinden yaş gelinceye dek gülüyor
bana.


Türkçesi: Halim Öznurhan

(Yedi İklim, sayı: 284, Kasım, 2013)


[1] 1956 doğumlu, şiirlerinde tasavvufî imgeleri sıklıkla kullanan Ürdünlü şair ve çevirmen.  Hallâcu’l-Vakt (Zamanın Hallâcı, Beyrut, 1993) adlı eserinden Dahik adlı şiirin çevirisi.
[2] Meryem Suresi 22. ayete telmih var.