30 Temmuz 2014 Çarşamba

MEKTUP (Necib Mahfuz)



NECİB MAHFUZ
MEKTUP[1]

Başlangıçta korku vardı.
Sakalı bıyığı kesti. Üstünü başını değiştirdi. Kendisini, asıl adı olan Allîş Bacûrî yerine Salim Abduttevvâb diye ad­lan­dırdı. Bir arazi satın alıp apartman inşa etti; bir dairesinde otu­rup dokuzunu kiraya verdi. Elinden geldiğince insanların ara­sına karışmaktan uzak durdu. Köşeden bucaktan, karan­lıktan aydınlıktan, insanların nefesleriyle dolu havadan kor­kusu yeni­den başladı. Kendisini ölümden, kazadan beladan sakındı. O vakitler, ölüm korkusu kalbine yerleşti... Hayat, bi­linmeyen bir yoklukta yavaş yavaş yok oldu. Katı törenin gücü, ona idam hükmünü verdi ve cellatları bu hükmü uygu­lamakla sorumlu tuttu. Sadece son darbe kaldı. Kurtulmak için kimliğini kökün­den söktü; sudan, hayvanlardan, ağaçlardan... Yalnızca düşlerin ve kabusların yokluğunda teselli bulmak ona ağır geldi. Kutsal bir körlüğün gücünün harekete geçirdiği takip, böylece nesilden nesile sürdü.
***
“Git, Allah seninle beraberdir.”
“Gurbete mi?”
“Hayatın var olduğu her yere. Hayat, ölüm gibi kutsal­dır.”
***
Başlangıçta korku vardı.
Ama hiçbir hâl sürekli değildir. Doğuşlar, batışlar; alış­ve­rişler, karşılıklı selamlaşmalar, uyanıkken görülen düşler, uy­kuda görülen düşler. Bütün bunlar gerilimi hafifletir, anor­male alıştırır, bir alışkanlığın yerine başkasını geçirir, işlerin dün ol­duğu gibi yarın da süreceğini sandırır. Sonra, her ecelin bir yaz­gısı yok mudur? Yazgıya teslim olmak, sürekli korku içinde mutsuz olmaktan daha rahatlatıcı; günü yaşamak, he­nüz gel­memiş olan felaketin sıkıntısını çekmekten daha iyi de­ğil midir? Bu nedenle sık sık kahvehaneye gitmeye, komşu­larla oturmaya, semt sakinleriyle yakınlaşmayı sürdürdü. Bu sapa semte gel­mek kimin aklına gelir, kana bulanmış kum ta­nesini çölde kim arardı ki? Ciddi olarak kahvehaneye ortak olmayı; sevme, ev­lenme, çoluk çocuğa karışma gibi nimetler­den nasibini almayı... hayatı layıkıyla yaşamayı, insanın ha­yatta hakkı olan şeyleri talep etmeyi düşündü.
Ortaklık gerçekleşti. Ekonomik durumunu sağlama aldı. Sonra da kızını istemek için Şeyh Halebî’nin yanına gitti.
“Salim Abduttevvâb kim?.. Kimin oğlu?”
“Yıllardır tanıdığımız iyi bir adam.”
“Soyu sopu belli değil!”
“Tüm insanlar eninde sonunda Adem ve Havva’dan ge­lir.”
“Günün birinde, torunlarının amcalarının hapishaneden çıkıp gelmesinden endişe etmiyor musun?”
“Her sülalede suçlular bulunur. Beni adamın kendisin­den başkası ilgilendirmiyor.”
***
Salim Abduttevvâb, Şeyh Halebî’nin kızı Azime ile ev­lendi ve çoluk çocuğa karıştı. Güvenlik içinde olduğu duy­gusu, tamamen olmasa da kalbine yerleşti. O, hayat mücade­lesi veri­yordu, ecel ise sadece Allah’ın elindeydi.
Evet, ara sıra karanlık düşünceler onu yokluyor, evlilik hayatının gerektirdiği dışa açılma onu korkutuyor, defalarca semtten ayrılması gerekiyor, çarşıya veya okula gidiyordu; ama tehlikedeyken geldiği gibi güven içerisindeyken de gel­mez miydi ölüm?!
***
Günün birinde bir mektup aldı.
“Ecelin geldi.”
İmzasızdı ve bu cümleden başka bir şey yazmıyordu. Posta mühründen anlaşıldığı üzere Seyyide semtinden geli­yordu. Tüyleri diken diken oldu. Gizli korkuları ortaya çıktı. Ecelin geldi. Sonunda, ev, kahvehane ve çocukları arasında saklandığı yer öğrenilmiş miydi? Ama dur!.. Meçhul şahıs onu niçin uyarıyordu ki? Niçin, o mutluluk içerisinde hiçbir şeyden habersizken saldırmıyordu? Neden intikamının başarısız ol­ma­sına sebep olacak bir şey yapıyordu? Ne diye ona kurtul­ması için fırsat veriyordu? Yoksa, bunu yapabilecekken ona iş­kence çektirmek mi istiyordu?
Ecelin geldi.
Ne yapmalı? Hangi yola başvurmalı? Eski sırrını aile­sine açıklayıp kargaşa ve huzursuzluk dolu yeni bir hayata başla­malarına mı sebep olmalıydı? Yoksa, daha büyük bir su­çun iti­rafına yol açsa da polise mi başvurmalıydı? Ya da sa­dece tetikte olmakla ve zaten yanından hiç ayırmadığı taban­casıyla mı ye­tinmeliydi? Ne olursa olsun hayatının tadı kaç­mış, arı duru gölün suyu derinde patlayan bir bombayla kireç gibi olmuştu.
Başlangıçta olduğu gibi korku geri döndü. Zorunlu bir ihtiyaç olmaksızın evden ayrılmıyordu. Sürekli olarak yüzleri inceliyor, gelen geçeni kontrol ediyor, tabancasının kabzasını yokluyor, eşi ve çocuklarına sevgi ve hüzünle gizli gizli bakı­yordu.
***
Bir seferinde kahvehanedeki ortağı, çenesiyle onlara ya­kın bir masada oturan adamı işaret ederek şöyle dedi:
“İzninle, sana bu adama daireni kiraya verip vermeye­ce­ğini sorayım.”
Geniş elbisesinin içinde duran, meydan okur alınlı, avurtları şişkin şişman bir adam gördü. Endişeyle:
“Semtimizden değil!”
“Piliç taciri ve boş dairenin kirasını ödemeye hazır.”
“Biliyorsun ki evde oturan var.”
“Dairenin yakında boşalacağını haber almış.”
“Bunu nasıl bilebilir.”
“Ben nereden bileyim?!”
“Yeni bir kiracıyla anlaştım. Bu adamı tanıyor musun?”
“Semerrâî’lerde bir gece sohbetinde tanıştım. Sonra da oradan buradan konuşuldu.”
Ortağı, görüşme sonucunu bildirmek için adamın ya­nına gitti. O da adamı enine boyuna inceledi. Adamın konu­dan vaz­geçmesini bekledi, ama adam şişmanlığından beklen­meyecek bir hızla kalkıp yanına geldi ve şöyle dedi:
“İyi insanlar, iyi insanları bulur.”
Adama aptal aptal bakmaya başladı. Adam:
“Bendeniz Kerim Bercuvânî, emrindeyim, ne kadar isti­yorsan iste.”
Kararlılıkla şöyle dedi:
“Özür dilerim, daha önce birisine şeref sözü verdim.”
“İnsanın sözünü tutması güzel bir şey.”
Salim, onun ısrarını engellemek için gülümsemedi bile. Ama adam şöyle dedi:
“Paranın ne önemi var?... Serçelerden başka bir şey de­ğildirler.”
Adam şöyle diyerek kalktı:
“Ama biz, ne olursa olsun dost olduk.”
Adam semti terk ederken gözleriyle onu izledi. Kendi kendine, ‘acaba okuma yazma biliyor mu’ diye sormaya baş­ladı.
Cümleyi yazan o muydu, yoksa pusuda bekleyen ondan başka meçhul bir canavar mı vardı?!
Günün birinde komşularından birinin evine zikir halka­sına davet edildi. Kerim Bercuvânî’yi davetliler arasında gör­mek onu şaşırttı. Böylesi bir istekle onu bu semte sürükleyen neydi? Onun zikir halkasına katıldığını, halkanın raks eden, birbirine çarpan dalgalarına kapıldığını, sesi boğulana kadar zi­kir çektiğini, sonra da boğazlanmış bir inek gibi bilincini kaybe­dip hasırın üzerine düştüğünü gördü. Kendi kendine, bu adamdan korkmasının tam bir ahmaklık olduğunu söyledi. Adam köyünden değildi, cinayet işlemesi için tutulacak serse­rilerden de değildi. Ama mektup ciddi bir uyarı ve tehlike idi, şaka ya da latife değil.
***
Kayınpederine akşam yemeğine davetli olduğunda, yaşlı adam ona şöyle dedi:
“Adamın biri ayın başında boşalacak daireyi kiralamak istiyor.”
“Kimmiş efendim?”
“Kerim Bercuvânî adında biri.”
Salim titredi ve kayınpederine sordu:
“Tanıyor musun?”
“Daha önceden tanışıklığımız olmamasına rağmen ben­den aracı olmamı istedi.”
“Daha önce talebini reddetmiştim.”
“Niçin?”
“Görünüşü güven telkin etmiyor.”
“Sen bilirsin, ama bana zeki ve hoş biri gibi geldi.”
Adam onu takip ediyordu. O, kendisini istiyordu, dai­reyi değil. Fakat niçin mektupla tehdit göndermişti ki? Arka­sında eski kanlısı mı vardı? Hayır. İş, şakadan başka şey de­ğildi. Onunla yarışanlar ve ondan hoşlanmayanlar vardı; ha­yatta hep böyle kimseler olurdu. Bunlardan birisi onu rahatsız etmek isti­yordu veya ahmağın birinin şakasıydı. Mektubu tek­rar gözden geçirmek istedi, ama iç cebinde bulamadı. Bulabi­leceği her yerde aradı, bulamadı. Ütücüde unuttuğunu düşü­nerek oraya gitti, elbisesinin ceplerini aradı, ama yoktu. Ne­reye kaybol­muştu?.. Gizli bir el mi çalmıştı?.. Eşiyle birlikte durumu göz­den geçirdi, fakat kadın şöyle dedi:
“Postacı kapımızı asla çalmadı.”
Yalnız, mektubu evin dışında teslim almıştı. Bunu biz­zat postacının kendisine onaylatmanın bir sakıncası yoktu. Ama postacı kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyordu. Okuyor, da­ğıtıyor, hatırlamıyordu. Acaba uykuda düş mü görmüştü? Yoksa aklını mı yitirmişti? Yalnız bir keresinde kalın bir metal yuttuğu veh­mine kapılmıştı. Fakat çok geçmeden kuruntu­sunu açıklığa ka­vuşturmuş, bunu gördüğü bir düşe yormuş ve işlerine dalıp bunu unutmuştu. Bu olay çabucak açıklığa ka­vuşturduğu bir kuruntuydu, ama mektuba dokunduğunu, harflerini okudu­ğunu hissediyor gibiydi. Bu, kuşkusuz bir gerçekti. Mektubun garip bir şekilde kayboluşu, yeni bir teh­ditten başka bir şey de­ğildi.
***
Bayram namazını kılmak için evinden ayrılıyordu. Ka­pıyı açtı ve bir karaltı gördü. Fecrin karanlığında, yıldızların parıltı­sından sızan zayıf ışıkta Kerim Bercuvânî’nin yüzünü fark etti. Bir adım geri çekildi... Tabancasını çıkardı. Keskin bir acı his­setti. Yokluğa dalmış halde tetiğe bastı.
Yukarıda geçenlere ilave olarak tüm bilinenler, Kerim Bercuvânî’nin sorgulamada anlattıklarıydı: “Mescitte bayram namazını kılmak için dışarı çıktım. Salim Abduttevvâb’ın evi­nin önünden geçerken, onu gördüm. Selam vermek istedim, aniden tabancasını bana doğrulttu. Hayatımdan endişe ettim ve istem dışı süratli bir tekme savurup ölümüne sebep oldum. O sırada tabancasından çıkan kurşun da fırıncının çırağını öl­dürdü.”

Türkçesi: Halim Öznurhan 


(Eşik Cini, sayı: 3, Mayıs-Haziran 2006)


[1] Bu öykü, yazarın “eş-Şeytân yaizu” (Şeytan Öğüt Veriyor, 1980) adlı eserin­den “er-Risâle”  adlı öyküsünün çevirisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder