23 Haziran 2016 Perşembe

Tahir Riyâd - Kabirde Kanlı Canlı

İki deli,
ben ve dolu bir kadehin
boş kadehe çarpıp çıkardığı tınlama,
ama hafifçe…

iki aptal alacakaranlık
perdesidir penceremin,
duvarın üzerinde hayalî bir pencere durur
yıllardan beri.

iki çatı,
kimsenin oturmadığı bir evde…
gelenlere bir veda gıcırtısıdır
kapı

iki dudak,
üzerinde iki dudağın, bir tanrıdır aşk
esirgeyen bağışlayan
ve sanki bir dindir öpüşmek.

iki ölüm
yollarda
köpekler gibi dolaşıyor,
eskilerin adımlarını izleyerek
tozu dumanı kokluyor.

İşte yalnızım,
kanlı canlıyım kabrimde…
iki ölü
tepemde
Yasin okuyorlar birbirlerine.


Türkçesi: Halim Öznurhan

(Barbar Edebiyat, 16, İstanbul, 2016)

17 Nisan 2016 Pazar

Sakallar



SAKALLAR

ZEKERİYA TÂMİR

Türkçesi: Halim Öznurhan


Kuşlar göğümüzden kaçtılar. Çocuklar sokaklarda oyun oynamayı bıraktılar. Kafeslere hapsedilmiş kanaryaların şakıyışı sessiz, titrek bir hırıltıya dönüştü. Dezenfekte edilmiş pamuk eczanelerde saklanmaya başladı. Sayın beyler, işte Timurlenk’in askerleri şehrimizi kuşattı! Ama, güneş hiç korkmadı ve her sabah doğmayı sürdürdü.
Bizlerin, şehrin erkeklerinin yüzü sararmadı. Sadece soğukkanlı bir şekilde gülümsedik ve bizleri sakallı erkekler olarak yaratıp, sakalsız kadınlar olarak yaratmadığı için Allah’a şükrettik. Sonra da, çözüm yolu bulmak için bir istişâre toplantısı yaptık. İlk konuşan, kadın elbisesi satımıyla meşgul olan aceleci bir delikanlıydı. Cesaretle bağırdı:
-  Savaşalım!
Birden, kendini küçümseyerek bakan gözlerin karşısında buldu. Sesini kesti ve utancından yüzü kızarmak zorunda kaldı. O an, şehrimizin en uzun sakalına sahip kişisi ayağa kalktı ve ağırbaşlı bir ifadeyle konuştu:
-  Savaşa var olmayanlar gereksinim duyar. Allah’a şükür ki bizler sakallıyız, öyleyse varız!
Hemen beğeni dolu, destekleyen sesler yükseldi. Kısa süren bir tartışmadan sonra, Timurlenk ile anlaşma yapacak bir heyet oluşturulmasına ve yürüdüğü zaman sakalları dizine değen yaşlı bir adamın heyete başkanlık etmesine karar verildi.
Şehrimizin sekiz kapısı vardır. Heyet, önlerinde beyaz bir bayrakla bunlardan birisinden dışarı çıktı ve iç elbiselerindeki bitleri incelemeye kendilerini kaptırmış, kılıçlarını üzerilerindeki kan ve çamurun kuruması için güneşe bırakmış, sayıları yıldızlar ve çekirgelerden çok olan askerlerin arasından ilerledi.
Heyet, ağır ve vakur adımlarla Timurlenk’in çadırına girdi. Bir de ne görsünler, Timurlenk, bebek gibi bakışları, yaşlı bir kimse gibi gülümsemesi olan çok genç birisi!
Heyet başkanı:
-  Biz barış istiyoruz. Şehrimizi savaşmadan sana teslim ediyoruz. Yalnız şehrimiz küçük ve yoksuldur; ne altını ne de petrolü vardır. Kadınlarımız ise keçi gibidir. Onlardan kurtulmak bizi mutlu eder.
Timurlenk:
-  Ben kan dökmekten hoşlanmam. Altında da, güzel kadınlarda da gözüm yok. Yalnız, sakal bırakmaya aşırı düşkünlüğünüz nedeniyle şehrinizdeki berberlerin aç kaldığını öğrendim. Bu, benim özellikle nefret ettiğim bir zulümdür. Ben yaşamımı mazlumlara yardıma ve dünyanın her tarafına adaleti yaymaya adadım. Hiçbir insanın aç kalmaması gerekir.
Heyet üyelerini dehşet kapladı ve şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar.
Timurlenk:
-  Siz sakallarınızı tıraş etmeden ve berberlerin işi açılmadan ordum şehrinizi terk etmeyecek.
Heyet Başkanı:
-  İstediğin şey çok önemli. Son kararımızı vermeden önce şehre dönmemiz gerek.
Timurlenk:
-  Ya sakallarınızı kesersiniz, ya da yok olursunuz. Seçiminizi yapın.
Heyet üyelerini sessizlik ve korku kapladı. O an, yaşam onlara daha güzel görünüyordu. Gökyüzü daha maviydi ve kırmızı bir gül, acı çeken bir aşığın söylediği şarkıdan daha güzel geliyordu. Çocukların ilk feryatları, kanlarında yeşil çimenler bitiriyordu. Kadınların titreyen dudakları, geceleri bıçakla kesen bir ay idi. Ama çok geçmeden, heyet üyeleri kendilerini ayna önünde durmuş, tıraşlı, sakalsız yüzlerine bakarken hayal ettiler. İçlerini nefret ve öfke kapladı. O an ölüm, altından bir güneş altında parlayan kırmızı balığa dönüştü.
Heyet Başkanı, şehrin bütün erkeklerinin saygıyla kendisine kulak vereceklerini hissederek konuştu. Soğuk bir sesle:
-  Yarın şehrimiz geleceğini seçecek, dedi.
Heyet şehrimize döndü. Kulaklarımızda Timurlenk’in sözleri yankılanıyordu. İçimizden biri haykırdı:
-  Yaşamımızı kazanıp, sakallarımızı kaybetmemizin ne anlamı var?!
Ertesi gün, Timurlenk’in askerleri şehrimize saldırdı. Surları yıktılar, kapıları kırdılar ve bütün erkekleri kestiler.
Böylece, Timurlenk, erkek başlarından oluşan bir tepeye intikam almışçasına bakma fırsatı buldu. Yüzler sararmış, kana bulanmıştı; ama sakallarıyla övünerek gülümsüyorlardı. Söylendiğine göre, Timurlenk berberlere sakalları kesmesini emrettiği ana kadar suratlar asılmamış, yüzlerdeki mutluluk ve ışıltı yok olmamıştı.
Sayın beyler, işte bu şekilde, intikamımız alınmaksızın yenildik ve hiçbir kanın silemeyeceği bir utanç içerisinde boğulduk.

(Doğu Edebiyatı, I, 51, İstanbul, 2007)

7 Şubat 2016 Pazar

Ahmed Yusuf Akîle - Seçim



SEÇİM[1] 

AHMED YUSUF AKÎLE 

Türkçesi: Halim Öznurhan

1

Fazilet ömrünün baharında, on altı yaşındaydı. Pencere camının arkasından utanarak, gizlice dışarı bakıyordu.
-  Şu, kasabın oğlu... Sürekli kana bulanmış bir halde.. Kesmekten, yüzmekten başka bir şey bilmez... Üff!.. Deri kokar bu...
-  Şu şık giyimli de kim? Haa... Yeni gelen öğretmen... Eh yani! Sakıncası yok, ama henüz ilk maaşını almadı... Arabası da yok... Ailesiyle birlikte oturuyor... Maaşı kıt kanaat geçinmeye yeter ancak.
-  Şu sendeleyerek yürüyen kim? Köyün delisi mi? Topal ve şaşı... Kimse kalmadı mı bundan başka?!

2

Evin önündeki keçiboynuzu ağacı büyüdü ve boyu çitleri aştı.
Fazilet sonuna kadar açık pencerenin önünde oturuyordu. Eli yanağında, kulağı sesteydi. Ay, bulutların üzerinde koşan beyaz bir at gibi belirmişti.
Köyün bir köşesinden zılgıt atıldı.
Bedeni parçalandı... Titredi... Sarsıldı...
- Hayırlı olsun... Kasabın oğluyla evleniyor kız... Deri kokusu hayırlı olsun ona!
İç çekti:
- Ama... Durumu her yönüyle de kötü değil. Sığınacağı bir erkek buldu hiç olmazsa.

3

Nihayet keçiboynuzu ağacı ayın pencereden görülmesini engelleyecek kadar uzadı.
Fazilet evin eşiğinde oturuyordu. Parmakları gerdanlığının taneleri üzerinde yavaş yavaş gezindi.
-  İyi akşamlar Fazilet!
-  İyi akşamlar... Kim o?
-  Kim olabilir benden başka? Köyün şaşı, topal delisi...
-  Ne olursa olsun erkek erkektir. Bunlar erkek için kusur değil.
Deli kahkaha attı...
-  Gülme... Sen kendine hiç değer vermiyorsun. Bir erkeğin topal olması kusur değil.
Delinin kahkahaları daha da yükseldi:
-  Ya şaşılığım?
-  Kör, dilsiz, sağır olsan da, hiçbir şey erkekte kusur değildir.
Sesi boğuklaştı. Başını ellerinin arasında gizledi ve tekrarladı:
-  Hiçbir şey kesinlikle erkekte kusur değildir.
Deli karanlıkta kayboldu... Gülüşünün yankısı Fazilet’in gecesini dolduruyordu.


(Doğu Edebiyatı, sayı: I/2, Aralık 2007)


[1] 1958 yılında Libya-el-Cebelu’l-ahdar’da doğdu. Libya Edebiyatçı ve Yazarlar Birliği üyesidir. Öykülerinde daha çok köy yaşamını ele almakta ve alaycı bir dille toplum eleştirisi yapmaktadır. “el-Huyûlu’l-bîd” (Beyaz Atlar, 1998), “Ğinâu’s-Sarasîr” (Cırcır Böceğinin Şarkısı, 2003), “Hikâyâtu’l-Difdezâd” (Difdezâd’ın Öyküleri, 2003) adlı öykü kitapları yayınlanmıştır. Bu öykü, yazarın “el-Huyûlu’l-bîd” adlı öykü kitabından “İhtiyâr” adlı öyküsünün çevirisidir.

2 Şubat 2016 Salı

Mahmud Derviş - Muhammed



MAHMUD DERVİŞ

MUHAMMED

Muhammed,
babasına sokuluyor, ürkek bir kuş gibi
göğün cehenneminden:
koru beni babacığım
yukarıdaki uçaktan!
Kanatlarım zayıf bu fırtınaya karşı... ortalık karanlık.

Muhammed,
eve dönmek istiyor, ne bisikleti var... ne de yeni bir gömleği.
Okula gitmek istiyor...
Dil dersine: Beni evimize götür
babacığım, dersime çalışmak
ve büyümek için ağır ağır...
deniz kıyısında, palmiyeler altında.
Daha fazlası değil, daha fazlası değil.

Muhammed,
Askerlerle karşılaşıyor, olmaksızın ne bir taşı ne de yıldızların şarapneli
duvara yazmakla ilgilenmiyor “Özgürlüğüm
yok olmayacak” diye. Henüz özgürlüğü yok
savunacağı. Ufku yok güvercini için
Picasso’nun. Doğmakta.
Bir adla doğmakta, yüklenerek adın lanetini. Defalarca
kendinden bir çocuk doğacak
ülkesi olmayan... çocukluğunu yaşamaya vakti olmayan.
Düş görecek olsa nerede görsün,
ülke delik deşik... ve mabet yüzüstü.

Muhammed,
kaçınılmaz ölümün geldiğini görüyor. Ama
televizyonda gördüğü bir kaplanı hatırlıyor;
yavru bir ceylanı sıkıştıran güçlü bir leoparı,
ona yaklaşıp da
süt kokusu alınca
avlamaktan vazgeçen.
Sanki süt, çölün vahşisini uysallaştırmıştı.
Öyleyse ben de kurtulurum –dedi çocuk-
ve ağladı: Hayatım orada işte,
annemin kucağında; kurtulacağım... göreceksin!


Muhammed,
masum bir melek
taş yürekli avcının namlusunun ucunda
Nicedir kamera izliyor
gölgesiyle birleşen hareketlerini
Yüzü gün gibi
Kalbi pırıl pırıl bir elma
mumlar gibi ince parmakları
ve gömleğinde gözyaşları
bir an durakladı avcı
Kalsın dedi
kusursuz bir şekilde söyleyinceye kadar
Filistin’ini,
hele kalsın aklımın bir köşesinde
öldürürüm nasılsa yarın başkaldırınca!
  
Muhammed,
bakırdan ve zeytin dalından
ve dirilen bir halkın ruhundan yapılmış,
bir ikonun içinde
uyuyan ve düş gören
bebek İsa’dır.

Muhammed,
tam da Nebîlerin istediği kan.
Çık ey Muhammed
Sidretü’l-Müntehâ’ya.

Türkçesi: Halim Öznurhan


(Yedi İklim, sayı: 226,  Ocak, 2009)